Başlarken...

Blogdaki tüm yazılar ve fikirler bana aittir. Yazılanların bir kısmı gerçek, bir kısmı da gerçek olmasını istediğim şeyler olabilir ancak tümü orijinaldir ve daha önce başka yerde yayımlanmamıştır.

Neden İskele-Sancak derseniz, malum o da denizcinin solu-sağı.

29 Kasım 2008 Cumartesi

Pirinç ağlar mı?

Ispanaktan sonra ikinci şok açıklama yumurta için geldi ve yıllardır aman kolestrolü yükseltir uzak duralım dediğimiz yumurta ünlü bir kalp cerrahı profesörümüz tarafından aklandı, hem de hastalarından özür dileyerek. Meğerse yumurta bildiğimiz ya da söylendiği kadar kötü kolestrolü yükseltmediği gibi yükseği makbul olan iyi kolestrolü de bir miktar yükseltiyormuş. Bingür hocamız yetişkinlerin haftada 3-4 yumurta yemelerini öneriyor şimdi.

Bütün çocukluğu içinde bol miktarda demir olduğu için zorla ıspanak yedirilmeye çalışılarak geçmiş biri olarak, yıllar sonra ıspanakta meğerse hiç demir olmadığını öğrenince hem şaşırmış hem de kızmıştım...Öyle ya, kim verecekti yıllarca sevmeden yediğim ıspanağın hesabını?

Şimdi benzer bir şey yumurta için gerçekleşti. Haberi okuduğumda kahvaltımı yaptığım için geç kalmıştım ama öğlen yemeğinde haşlanmış brokoli yerine ani bir değişiklikle, eşimin dünden kalan kavrulmuş kıyma içine kırdığı yumurtayı afiyetle yedim.

Hocalarımızdan benzer açıklamaları sucuk, salam, karides, kokoreç ve bunun gibi yiyecekler için de bekliyoruz. Zaten kırmızı et ha aklandı, ha aklanacak. Yağlar konusunda da kafalar karışık; doymuşu, doymamışı, margarini, nebatisi, tereyağı, sıvısı, katısı, zeytin yağı, fındık yağı falan derken hangisinden yiyeceğimizi hepten şaşırdık. Ben çözüm olarak kendime göre bir yol buldum. Şöyle ki azar azar hepsinden yiyorum, vücudum içinden ihtiyacı olanını, istediği kadar seçip alıyor. Ya da ben öyle olduğunu sanıyorum...

Şunu da eklemek istiyorum ki bu yazıyı kolestrolümü düşürmek amacıyla parkta yaptığım yürüyüş sırasında tasarladım. Umarım bir gün; aslında yürüyüş de zararlı, kalbi boşuna yormak suretiyle kalan ömrünüzü kısaltıyorsunuz gibi bir şey demezler.

Son olarak –aslında konuyla çok fazla ilgili olmasa da- Bingür hocamdan bir isteğim var. Çocukluğumda annem tabağımda kalan pirinçleri “aman oğlum hepsini bitir yoksa arkandan ağlarlar” diyerek yedirirdi. Genelde hepsini bitirmek zorunda kalsam da arada yiyemediklerim de oldu, ama bunun vicdan azabını yıllarca gizliden gizliye “ya gerçekten ağladılarsa” diye çektim.

Lütfen söyle hocam, “pirinçler ağlamaz” de. De ki, ben ve benim gibi insanları bu azaptan kurtar.

27 Kasım 2008 Perşembe

gülümseten haberler

Geçenlerde Hakkari Yüksekova'da caddelere ilk kez trafik lambaları yerleştirilerek kullanılmaya başlanmış.

Medyaya yansıyan ilk gün görüntüleri trafiğin kilitlendiği şeklindeydi. Nedeni; insanların bir kısmı ehliyet sahibi olsalar da, yaşadıkları yerde daha önce olmadığı için trafik ışıklarındaki sarı-kırmızı-yeşil renklerin ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyor.

İlk duyulduğunda insanı gülümsetse de haberin asıl trajikomik bir tarafı var. Şu küçücük haberi; Doğu'nun geri kalmışlığı ya da bıraktırılmışlığına, insanların eğitimsizliğine, hatta daha da giderek terör sorununa dahi ilişkilendirebilirsiniz.

Bazılarınız, "Canım kışın bilmem kaç ayında kar yüzünden yolların kapandığı, insanların hastahaneye, okula dahi gidemediği kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde trafik lambalarının ne işi var?" diyebilirsiniz. Ama öyle değil... Ülkenin tamamında insanların, sürekli açık yollara, kesintisiz sağlık ve eğitim hizmetlerine, elektiriğe, temiz suya, hatta trafik lambalarına sahip olmaya hemen herkes kadar hakkı var.

Bölgelerimiz arasındaki eşitsizliği gideremediğimiz, en azından makul seviyelere çekemediğiz sürece -İmralı' da beş yıldızlı cezaevi de inşa etseniz- önemli sorunlarımızın çözümsüzlüğü devam edecektir.

Ha, büyük kentlerimizde kırmızı ışıkta geçenlere ne diyeceksin derseniz; belki biraz önce yazdıklarımla çelişecek ama, demek ki öyle kolay edinilemeyen daha başka şeylere de ihtiyacımız var. Kültür gibi, medeniyet gibi, saygı gibi...

Ne bileyim canım, her konunun çözümünü de benden beklemeyin. Gülümseten bir haberden iş nerelere geldi.

Keşke ben de çoğunluk gibi gülüp geçebilseydim böyle haberlere...

bıktım 4

Yol dolu olduğu halde tampon tampona takip edenlerden...
Kardeşim az geri dur, eğer zıplayan araba yapmadılarsa atlayıp geçemezsin!

Ani bir frende sana da yazık olur, bana da...

26 Kasım 2008 Çarşamba

ne olacak bu fenerin hali 4

Artık ben yazmaktan usandım ama bu soruyu daha çok soracağız gibi gözüküyor. Bir yerlerde yanlışlık var ama nerede?

Geçtiğimiz sene başarılı olmuş bir takıma yapılan hatalı transferlerle gelenler ve gidenler sonucunda bulunduğumuz noktaya bakın. Amaçsızca ve panik halinde sahada dolaşan, en yakınındaki arkadaşına bile pas vermekte zorlanan, fizik kondisyonu düşük, öz güveni eksilerde bir takım.

Volkan'ı anlamak mümkün değil. Bazı pozisyonlarda donup kalıyor, gençlerin dediği gibi söylersek "kal geliyor". Konsantrasyon yok.
Emre, Josiko hazır değil, anlamsızca koşuşturuyorlar. Alex ya sakat, ya bezgin, ya da kırgın, kornerleri bile karşı taraftan taca atıyor. Ya melül melül bakan Guiza? Zaten bilinçli gol atamıyordu, artık top kalenin önünde kazaen bile ayağına çarpıp içeri girmiyor. Üzgün bakışlı bir adamdı, son zamanlarda iyice kederli bakmaya başladı. Oturt karşına bir büyük bitirirsin yüz ifadesine bakıp dertlenerek.

Aragones'e ne demeli bilmiyorum. Galatasaray galibiyetinden sonra suratına yerleştirdiği o anlamsız gülücükle dolaşıyor hala. Birileri herhalde; Galatasaray'ı yen gerisini merak etme sen, bu seyirci her şeyi unutur dediler. Geçen seneki o ruh Ziko'yla birlikte gitmiş sanki. Aragones'in takıma kattığı ruh ise bu kadar işte, çıktı çıkacak...

Önümüzde önemli Beşiktaş ve Dinamo Kiev maçları var. Zor da olsa bu maçları kazanabiliriz ama bu mevcut sorunları çözmez, sadece çözümü geciktirir.

İlk yazılarımda "hep destek, tam destek" demiştim ama nereye kadar yahu? Benim sportmenliğim de buraya kadarmış, yapılması gerekenler yapılsın artık.

Kim bilir belki de Yıldırım devrinin kapanması gerekiyor...

24 Kasım 2008 Pazartesi

Borsa uçtu, dolar çakıldı !!

Bu ve ilerleyen günlerde yukarıdaki başlığa benzer bir çok yazı ve yorumla karşılaşabilirsiniz. Başlık tam tersine, "Dolar uçtu, borsa çakıldı" biçiminde de olabilir.

Siz siz olun bu tür haberlerin gazıyla hareket edip asıl çakılan olmayın. Uçma-çakılma periyotları arasında birileri uçandan-çakılana geçerek hep kazanan oluyor.

Global ekonomik kriz nedeni ile ana trend, borsa aşağı dolar yukarı gözüküyor. Tabii ki hiçbir hareket sürekli aşağı ya da sürekli yukarı olmaz. Bir takım büyük oyuncular ana trenddeki iniş çıkışları daha keskinleştirerek ve maalesef bazı küçük yatırımcıları da gaza getirerek büyük paralar kazanıyor.

Eğer bir miktar ihtiyaç fazlası paranız varsa tavsiyem; ya bu dönemde faiz veya hazine bonosunda değerlendirerek oyundan uzak kalmanız, ya da biraz cesaretiniz varsa nakitte bulunarak, dolar çakıldığında almanız, dolar uçtuğunda satmanız. Usd/Ytl paritesi daha bir süre 1.50-1.75 arasında salınıma devam edecek gibi gözüküyor. Borsa ise endeks 20.000 seviyesinin altına gelene dek uzak durulmalı, daha sonra kademeli alım yapılabilir.

Küçük yatırımcılar için deneyim ve gözlemlerime dayanan naçizane tavsiyelerim bunlar. Uyup uymamak size bağlı.

Yoksa bir borsa uçar, bir dolar; siz de vah vah deyip bakakalırsınız ardından...

21 Kasım 2008 Cuma

en acaip 4

Bugün gazetelerde Helin Avşar'la ilgili bir haber dikkatimi çekti.. Habere göre Helin hanım mutluluk ve enerji için Kuantum Fiziği dersleri almaya başlamış.

Açıkçası bu dersi kim, nerede veriyor çok merak ettim. Haberin devamı da şöyle: "sabahları aynanın karşısına geçiyorum, üçer kere alıcam alıcam, vericem vericem diyorum". Nasıl bir kuantum fiziği kavramıysa bu!

Kuantum fiziğine giriş ders 1. Sabahları üçer defa ne yapıcaz? Alıcaz alıcaz, vericez vericez. Hadi bakalım hep birlikte...

Töbe töbe...

15 Kasım 2008 Cumartesi

bir nasihat

Diklenmeden dik durun

14 Kasım 2008 Cuma

Atatürk'ü sıradanlaştırmak: "Mustafa"

Son günlerde fırtınalar koparan filmi henüz seyretmedim, ancak seyreden-seyretmeyen kişilerce hakkında o kadar çok şey yazıldı ki, düşündüklerimi ifade etmek ya da en azından ifade etmeye çalışmak şart oldu.

Film üzerinde en çok tartışılan konu sanıyorum filmin adı ile ilgili. Neden Atatürk veya Mustafa Kemal değil, sadece Mustafa? Bir programda şahit olduğum kadarı ile Can Dündar Küba halkının Fidel Castro'ya "Fidel, Fidel" şeklinde yapmış olduğu tezahürattan etkilenmiş ve bunu çok samimi bulduğu için tercihini bu şekilde kullanmış. Saygı duymak lazım, ancak doğru mu derseniz bence değil. Bu gibi konularda samimiyetle laubalilik arasındaki nuansa çok dikkat etmek gerekir. Bir bakarsınız Sayın Can Dündar, Can Bey, Can derken birdenbire Bizim Can, Ulan Can'a falan dönüverir iş...

Atatürk gibi yaptıkları ile toplumları fazlasıyla etkilemiş tarihi kişilikleri filmleştirirken, onların insani özelliklerini daha fazla ön plana çıkarmaya gayret etmek, iyi niyetle bile yapılmış olsa, niyet edildiği gibi o insanları daha saygı duyulur, sevilir hale getirmekten ziyade sıradanlaştırır. Putlaştırmaya karşı olalım, ama putlaştırmayalım derken böyle sıra dışı kişilikleri sıradanlaştırmaya yol açabilecek söylemlerden de kaçınmamız gerek.

Filmde bahsi geçen; Atatürk'ün zaafları, içkiyi sevmesi, kadınlarla olan ilişkileri, herkes gibi bir takım korkuları olması ve yalnızlığı gibi insani konular bilinmedik şeyler değil. En azından biraz okuyan insanlar bunlardan haberdar. Ayrıca tabii ki her şey tartışılabilir, ancak doğru zamanda ve uygun platformda. Bizim gibi okuma alışkanlığı olmayan toplumlarda, daha farklı düzeylerde tartışılması gerekli konular bir belgesel filmle, sınırlı sürede, birtakım kalıplar halinde insanlara sunulursa sonuçta konu şimdi olduğu gibi hiç tahmin edemeyeceğiniz, belki istemediğiniz yerlere doğru gidebilir.

Toplumca öyle duygular içindeyiz ki, nasıl anlatsam; hani sağ tarafınızdan bir darbe alır sarsılırsınız, düşmemek ve diğer bir darbeye hazırlıklı olmak için ağırlığınızı o tarafa doğru verirsiniz ancak ikinci darbe hiç de beklemediğiniz sol taraftan gelir, ters ayak üzerinde yakalanır, sendeler hatta düşebilirsiniz. Öyle sanıyorum bu film de beklemediğimiz bir anda, hazırlıklı olmadığımız taraftan geldi. Sonrasında toplumun aydın, laik, Atatürkçü kesimleri kendi aralarında ikiye, üçe bölündüler tartışıyorlar. Bu arada birileri ellerini ovuşturarak bundan sonraki, belki de bitirici darbeye hazırlık yapıyor.

Sevgili Can Dündar, keşke bu filmi yapmadan önce daha etraflıca düşünüp, daha fazla insandan görüş alsaydın. İnsan sevmediklerinden, düşmanlarından geleceklere karşı hazırlıklı olabiliyor ama sevdiklerinin, dostlarının bir fiskesi bile yeterli olabiliyor düşmek için.

Hepimizi ters ayakta yakaladın...

10 Kasım 2008 Pazartesi

en acaip 3

Bu köşeyi biraz ihmal ettim sanırım son günlerde. Madem öyle, kendimi affettirmek için işte bir değil iki en acaip olay size:

- Değerli bir yazarımız geçenlerde (hatta kendisinin bir de sanal ikizi olduğu bilinir aynı gazetede yazan, ama bu sözü hangisi söyledi tam emin değilim) başbakanın Kürt politikasına karşı yaptığı, "Obama gibi başlayıp Bush gibi devam etti" eleştirisine aynı incelikte bir yanıt aldı, "sevsinler seni". Ne diyelim; birine "günaydın", diğerine de "gitmeden önce Bush'un durumuna düşmezsin inşallah"...

- Bilmeyenleriniz varsa diye yazıyorum, değerli sanatçımız Nihat Doğan, AKP'de siyasete atılacağını açıklamış. Kendisine, AKP'ye, vatana, millete, dünyaya hatta tüm kainata hayırlı olsun diye haykırmak geçiyor içimden...

Güzel yurdumun güzel insanları...

ne olacak bu fenerin hali 3

Neyse ki Galatasaray var da arada güzel şeyler de yazmak geliyor içimden bu köşede...

Aslında son derbi ile ilgili fazla bir endişe yoktu içimde ama, Galatasaray'ın Portekiz'de aldığı son galibiyet ve oynadığı futbol "acaba" diye düşündürmedi desem yalan olur.

Neyse, Galatasaray'lı dostlara bir kez daha geçmiş olsun diyorum...

Umarım bu maç benim bu başlık altında yazdığım yazıların bitmesine neden olur, bundan sonra Fenerbahçe yazılarına başka bir başlık altında devam ederim.

Bu maçta Deivid ve Vederson'un dönüşünün takım için ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı. Emre ve Josiko'da takıma daha fazla katkı yapmaya başlarlarsa, geçen seneki fenere benzer bir takım ortaya çıkacak gibi gözüküyor. Umarım çok geç olmamıştır bu sezon için...

Tuncay ve Aurelio'nun bu hafta liglerinde attığı 2'şer gol sanki yönetimde birilerine mesaj gibi oldu, ne diyelim içimiz sızladı doğrusu.

Son sözüm Guiza' ya; artık gol atmaya başlamanı bekliyoruz sabırla (biri lütfen tercüme etsin kendisine).

2 Kasım 2008 Pazar

Sorunlarımız çözümsüz mü?

Uzun zamandır kafamı kurcalayan, yazmayı düşündüğüm bir konu var. Bir türlü tam olarak tasarlayamadım ve sonunda becerebildiğim kadarı ile yazmaya karar verdim. Konu şu; ülke ve toplum olarak bir türlü içinden çıkamadığımız artık kronikleşmiş sorunlarımız var. Nedense bunların üstesinden gelemiyoruz. Nerede yanlış yapıyoruz, neden gün be gün artan bir şekilde etnik, dini kamplara bölünüyoruz? Kürt sorununun çözümü yok mudur? Baş örtüsü ya da türban sorunu hiç bitmeyecek midir? Kıbrıs sorunu çözülemez mi? Dinci-Laik, Kürt-Türk, kamplaşmaları -artık çatışmaya dönüşüyor- nereye kadar sürecek?...

Sorunlara her kesim kendi penceresinden baktığı sürece çözüm de ne yazık ki mümkün olmuyor. Her konuda yeni şeyler söylemek gerekiyor ama bölünmüşlük o kadar belirgin ve katı bir hale gelmiş ki aklıselim insanlar dahi yeni şeyleri söylemekten korkuyor, cesaret edip söyleyebilenlerse sistem içerisinde bir şekilde etkisiz hale getiriliyor. Toplum olarak bir yerlere doğru çılgınca, son sürat gidiyoruz. Tahammülsüzlük had safhada, herkes kendi söylediğini, inandığını doğru kabul ediyor, farklı fikirleri dinlemiyor bile. Hep birlikte konuşuyoruz, birbirimizin ne dediğini anlamadan...Çok sesliliği hep birlikte konuşmak sanıyoruz, sanki kim daha yüksek sesle konuşursa o haklı çıkacakmış gibi davranıyoruz. Siyasetçilerimiz de ne yazık ki bu duruma çanak tutuyorlar, hatta tahrik ediyorlar.

Bir yerlerden başlamalıyız bu durumu düzeltmek için ama nereden? Sanırım en başta siyasete bir çekidüzen vermek, siyasetteki tıkanıklığı aşmamız gerekiyor. Seçim sisteminin değiştirilmesi ile başlayabiliriz örneğin. Seçim barajları kaldırılabilir veya yüzde 2-3 gibi minumum seviyeye indirilerek mecliste her kesimin ve düşüncenin temsil edilmesine imkan sağlanabilir. Sermaye gruplarının isteği ile ekonomik istikrarı sağlamak adına tek parti iktidarına yol açan seçim sistemi sonucunda geldiğimiz nokta ortada. Siyaseten bölünmüş kamplara ayrılmış; ekonomik olaraksa yabancı sermayenin ülke kaynaklarının tüketilmesi pahasına getirilerek kimi kesimlere yaşatılan yalancı bahar ve sonucunda cari açığı yönetilemez durumda yakacak ve yiyecek yardımına muhtaç bir Türkiye...

Toplumsal barışın tekrar tesis edilebilmesi için gereken, çok sesli bir meclis ve yeni bir koalisyonlar dönemi diye düşünüyorum. Tabii ki söylemek istediğim geçmişteki Milliyetçi Cephe tarzı koalisyonlar değil, farklı kesim ve görüşlerin bir araya gelebildiği 2'li, 3'lü hatta 4'lü koalisyonlar. Nasıl ki geçmişte idam cezasını MHP'nin içinde olduğu bir hükümet kaldırmışsa, türban sorununu da ancak CHP'nin içinde olduğu, hatta daha ileri gidersek Kürt sorununu DTP'nin içinde bulunduğu bir hükümet çözebilir.

Yeni bir Anayasa gerekliği konusunda herkes hemfikir. Ancak açıkça görülüyor ki tek parti iktidarı ile iktidarda hangi parti olursa olsun, hatta yüzde 50 oy bile almış olsa, yeni bir Anayasa yapmak mümkün değil.

Yukarıdakilere önerilere Partiler Yasasının düzenlenerek parti içi demokrasinin sağlanmasını ve partilerdeki lider sultasına son verilmesini de ekleyebiliriz.

Sonuç olarak: Siyasetin tıkandığı, toplumun dini-etnik kamplara bölündüğü bu kaostan çıkmak için Siyasi Partiler Yasası, parti içi demokrasiyi sağlayacak ve lider sultasına son verecek şekilde yeniden düzenlenmeli; seçim sistemi, ülke barajı kaldırılarak veya en aza indirilerek mecliste tüm görüşlerin temsil edilebileceği şekilde değiştirilmeli; dokunulmazlıklar, kürsü dokunulmazlığı haricinde kaldırılarak yasalardan kaçmak için milletvekili olmanın önüne geçilmeli, bunların neticesinde geniş tabanlı koalisyonlar dönemi ile toplumsal barış sağlanarak yeni bir Anayasa ile birlikte kronikleşmiş sorunların çözümü yolunda adım atılmalıdır.

Görüldü ki toplumsal barış sağlanmadan ekonomik istikrarı sağlamak bir süre için mümkün olsa bile orta ve uzun vadede sonuçları kestirilemeyen çok daha büyük sorunlara neden oluyor.

Yeni bir şeyler söylemek gerekiyor. Aksi takdirde daha çok IMF destekli, askeri veya tek parti iktidarları ile yönetiliriz, sorunlarımız çözümsüz kalmaya devam ederek.

bıktım 3

Trafikte sinyal vermeden sağa sola dönenlerden...
Niye vermiyorsun kardeşim, sinyal kolu eline mi yapışır?

30 Ekim 2008 Perşembe

Dolar kaç lira olur?

Son günlerde bu konu o kadar gündemde ki derin bir analiz yapmasam da en azından konuya teğet geçmemek olmaz diye düşündüm. Malum, ben de her Türk erkek evladı gibi futbol ve ekonomi konularında uzman sayılırım.

Televizyonda ekonomistlerin katıldığı küresel krizi konu eden programların bir aşamasında, konu muhakkak dönüp dolaşıp "dolar kaç lira olur?" sorusuna geliyor. Bu soruyu takip eden soru ise genellikle "peki sokaktaki sade vatandaşa ne tavsiye edersiniz" veya "Ayşe teyze bu durumda ne yapsın" şeklinde oluyor. Sade vatandaşta veya Ayşe teyzede Dolar, Euro ne gezer; program sunucusu soruyu, "benim biraz döviz birikimim var krizde daha da arttırmak için ne yapmam gerekir" diye soramadığından bu şekilde yöneltiyor.

Yanıt olarak şimdiye kadar kur konusunda doğrudan rakam vererek bir tahminde bulunanı duymadım, genellikle efendim eğer şöyle olursa böyle olur gibi çeşitli olasılıklardan bahsediliyor ki belki doğrusu da budur. Diğer sorunun cevabını zaten artık ezberledik: Sepet oluşturun, riskleri dağıtın...

Ben reel ekonomiye inanan biri olarak, döviz kurunun veya borsa endeksinin ne kadar olduğunun çok da önemli olmadığını düşünüyorum. Üretiyorsanız, tükettiğinizden fazla üretiyorsanız sorun yok demektir. Eğer ürettiğinizden fazla tüketiyorsanız; 1 dolar=1 ytl' de olsa, borsa endeksi 50.000 üzeri de olsa sonuçta kriz kaçınılmaz.

Şimdi diyeceksiniz ki, e sen de hala bir rakam vermedin dolar kaç lira olur diye?.. Bu konuda bir tahminde bulunmak yerine eski denizcilerin çok iyi bildiği bildiği bir anekdot anlatmak istiyorum.
Meteorolojik tahmin yöntemlerinin bu kadar gelişmediği yıllarda, Bandırma Radyo denizciler için hiç bir zaman yanılma ihtimali olmayan şu tür hava tahmin raporları yayımlardı; Rüzgarlar gündoğusundan, daha sonra lodos ve keşişlemeden, zaman zaman yıldız ve poyrazdan 2 ile 4 yer yer 5 ile 7, zamanla fırtına şiddetinde esecek; deniz sakin, yer yer mutedil, zamanla kaba dalgalı, açıklarda çok kaba dalgalı; görüş açık, yer yer orta, yağış anında zayıf olacaktır.

Bir denizcinin dolar tahmini de bu kadar olur yani nereden aklıma geldiyse...

29 Ekim 2008 Çarşamba

Yasaklar

Geçenlerde bloğuma girmeye çalıştığımda mahkeme kararı ile girişin yasaklandığını gösterir bir yazı ile karşılaştım. İlk düşüncem yazdığım bir konu nedeni ile birisinin şikayette bulunduğu, dava açtığı ve mahkemenin de şikayeti haklı bularak kapatma kararı verdiğini zannetmek oldu.

Doğrusu bu ya kendimi karmaşık düşünceler içinde buldum; bir yandan "vay be ben artık izlenen biriyim ve yazılarım yasaklanıyor" tarzı üstü örtülü bir gurur, diğer taraftan "şimdi ne olacak ya başıma kötü bir şey gelirse" endişesi...

Yazdıklarımı şöyle bir geçirdim aklımdan, acaba kim veya hangi konu neden olmuştu bu karara? Aslında genelde fazla suya sabuna dokunmayan şeyler yazmıştım. En son anketimde Aragones gitsin mi diye sormuştum. Acaba Aragones mi avukatı aracılığıyla yasaklatmıştı blogumu? Yok canım o kadar da değil, zaten hepsi hepsi 2 kişi oy vermişti o anketime, o da iki farklı bilgisayardan kendim. Hayır, başka biri olmalıydı... Datça yazılarımın birinde eşimi uçurumun kenarında bırakmaktan bahsetmiştim. O olabilir miydi acaba? Veya nafile diyaloglar köşesinde kendisiyle ilgili küçük bilgiler verdiğim kızım mıydı şikayetçi olan? Yok canım evde böyle bir hava olsa sezerdim herhalde.

Biraz daha detaylı düşünmeye çalıştım önceki yazdıklarımı. Datça'daki kuyumcu arkadaşım olabilirdi, geçenlerde bir telefon konuşmamızda yazılarımda "Datça'nın en otantik kuyumcusu" dememe takılmış, bununla ne demek istediğimi sorguluyordu. Yoksa Yatağan'dan geçerken evinde kaldığımızı yazdığım arkadaşım mı? Olabilir, o da kendisini "geçiştirdiğim" şeklinde bir serzenişte bulunmuştu. Bir de son Denizci Terminolojisi köşesinde bahsettiğim arkadaşım vardı. Hani Kaptan'a koltuk götürmeye çalışırken durdurduğumuz... Kendisi şimdi etkili sayılabilecek mevkide, ancak o yapabilirdi bu dava falan işlerini.

Yok canım artık benimki de iyice paranoyaklık, o kadar da değil dedim kendi kendime. Acaba başbakanımız ekonomi konulu yaptığım bir anketteki "hamdolsun etkilemez" yanıtına mı bozulmuştu, ya da yalancı yalancı köşesinde ona bazı göndermeler yaptığımı mı düşünmüştü?

Daha fazla düşünsem neredeyse yazdıklarımı Ergenekon'la falan ilişkilendirecektim. Sonunda bunun yazdıklarımdan olmadığını, çünkü buna neden olabilecek bir şey yazmamıştım, ancak yazmadığım düşüncelerimden olabileceği sonucuna vardım. Her nasılsa bir şekilde yazmadığım veya yazıp da sildiğim düşüncelerimi okuyorlardı birileri... Evet sonunda bulmuştum nedenini, belki de artık düşünmeden yazmayı denemeliydim hatta belki de hiç düşünmemeyi...

Neyse ki sonunda kapatma kararının benim yazılarımla ilgili olmadığını, bütün blogların kapatılmış olduğunu öğrendim de rahatladım. Meğerse olay klasik bir Türk davranışıymış, kapatırsın bütün blogları sorun çözülür.

Ben de bir şey sanmıştım....

20 Ekim 2008 Pazartesi

denizci terminolojisi 3

Koltuk halatı

Gemiyi rıhtıma bağlamada kullanılan halatlara çeşitli isimler verilir. Baş halatı, kıç halatı, açmaz halatı gibi. Koltuk halatı; baş omuzluktan geriye, kıç omuzluktan ileriye doğru verilir ve nereden verildiğine bağlı olarak baş veya kıç koltuk halatı diye adlandırılır. Asli görevi geminin rıhtımda ileri geri gitmesini engelleyip sabit kalmasını sağlamaktır.

Öğrencilik yıllarında topluca staj yaptığımız Hamit Naci okul ve eğitim gemisi vardı. 1. sınıf stajları Türkiye sahillerinde çeşitli limanlara uğrayarak bu gemide yapılırdı. Tam olarak neresi olduğunu hatırlamıyorum, Bodrum veya Marmaris limanlarından birine yanaşma manevrası esnasında gemimizin süvarisi kıç tarafa koltuk halatını vermelerini kastederek; "koltuk verin, koltuk verin" diye bağırınca kıç güvertede manevrayı seyretmekte olan makineci işgüzar bir stajyer arkadaşımız orada bulunan bir koltuğu kaptığı gibi yukarı çıkarmaya çalışmıştı da kendisini zor engellemiştik.

Kimbilir belki şu anda rahat koltuğunda oturmuş, içkisini yudumluyordur geçmiş günleri düşünerek...

10 Ekim 2008 Cuma

bir ölünün hatıraları

Ölüm gerçek, hatta hayatımız boyunca bir gün muhakkak olacağını bildiğimiz tek gerçek. Kestiremediğimizse bunun nasıl olacağı... Ne yazık ki istediğiniz gibi bir seçim hakkınız yok, nasıl gelirse öyle kabullenmek durumunda kalıyorsunuz. Benim ölümüm de hiç tercih edebileceğim bir şekilde olmadı ama dedim ya o anda yapabileceğiniz bir şey olmuyor ölmekten başka...

82 yaşında öldüm, bir huzur evinde tek başıma. Daha doğrusu başımda birileri vardı da olmalarını arzu ettiğim kişiler değillerdi diyelim. Yaşlılık nedeni ile sağlığımın bozulduğu son bir kaç seneyi saymazsak oldukça sağlıklı bir hayatım oldu. En kötüsü de tabii ki huzur evine yatırıldığım - yatırıldığım diyorum takdir edersiniz ki benim tercihim değildi- ve zorunlu ikamete tabi olduğum son bir sene oldu. Bu bir seneye daha sonra tekrar geleceğiz, şimdi biraz başa gidelim.

Birden fazla evlilik yapmış bir babanın ve gene birden fazla evlilik yapmış bir annenin çocuklarından biri olarak doğdum. Çocukluğumdan aklımda kalan çok fazla anı yok, belki de çoğunu hafızamdan silmek istediğimdendir... Oldukça küçük sayılabilecek yaşta tek başına yaptığım bir tren yolculuğundan sonra yanına gittiğim yeni evli ablamın yanında büyüdüm genelde. Babamı çok fazla tanımadım, annemden sonra evlendiği bir kadınla birlikte Suriye'de yaşıyordu, yıllar sonra evlenip çoluk çoçuğa karıştığımda bir kaç kez gelip kalmıştı bizde. Annem de- burada anne diye yazıyorum ama yaşadığım sürece görüşmemize rağmen hiç anne diyemedim- başka biriyle evlenmişti.

Ziraat lisesinde 3.sınıfa kadar okudum, ne yazık ki bitiremedim. Yakışıklıydım, bıçkındım, hızlı bir delikanlılık hayatım oldu. İyi yüzer, iyi bilardo oynardım. Görür görmez aşık olduğum eşimle ailesinin karşı çıkmasına rağmen evlendik. Ölene kadar sevdim onu, onun da beni sevdiğini sanarak. Askerliğimi bahriyeli olarak yaptım, orada edindiğim telsizcilik mesleği benim hayatımı değiştirdi. Bu sayede iyi bir iş sahibi oldum, çoçuklarımı okutabildim. İki oğlum, bir kızım oldu yaşayan. Çok sıkıntılar çektik ama onları en iyi şekilde yetiştirebilmek için elimden geleni yaptım. Belki kendi anne-babamdan görmediğim, öğrenmediğim sevgiyi ben de gösteremedim ama hep çok sevdim , gurur duydum onlarla... Hiç el kaldırmadım, eşimin isteğiyle otoriteyi sağlamak için vurmak zorunda kaldığımda vurur gibi yaptım incitmemek için... Hepsi evlendiler, torunlarım oldu.

Sigarayla aram pek olmadı ama içkiyi sevdim. Hatta küfelik olduğum günler de olmuştur gençliğimde. Hovardalıklarım, kavgalarım da olmuştur ya dediğim gibi karımı hep sevdim onun da beni sevdiğini sanarak...

Anlayacağınız, mutlu sayılabilecek bir hayatımız vardı, ta ki hastalanıncaya kadar. Hastalığım ilk başladığında her şey olması gerektiği gibi idi, eğer biraz şanslı olup da son bir seneki huzur evi günlerini yaşamadan ölmüş olsaydım benimki de herkesinki gibi sıradan bir ölüm olacaktı. Yani ağlamalar, taziyeler, üzülmeler, ölüm yıldönümünde anmalar, mezarlık ziyaretleri falan... Ama ne yazık ki o günleri yaşadım ve o bir senede ömrüm boyunca öğrendiğim bir çok şeyin aslında öyle olmadığını farkettim.

Dediğim gibi, hastalığımın ilk zamanlarında her şey normal seyrinde devam etti; muayeneler hastahaneler ziyaretler... Ne zaman ki hastalığım ilerledi, bakıma muhtaç hale geldim evde birşeylerin değişmeye başladığını hissetmeye başladım. Karım ve çocuklarım toplanıp ne yapılması gerektiğini konuşuyorlardı aralarında... Huzur evi sözleri geliyordu kulaklarıma. Söylenenleri duysam da itiraz edecek, konuşacak gücüm yoktu. Olacakları bekliyordum sessizce. Bir gün gelen, üzerinde falanca huzur evi yazılı bir minübüsle hayatımın son dönemine girecektim. 2 kişilik bir odada benim için yeni bir yaşam başladı, bir anlamda sonun başlangıcı.


Eşim, çocuklarım, gelinlerim, torunlarım ziyaretime geliyorlardı arada. Çok sık gelmeseler de hiç şikayet etmedim onları üzmemek adına. Bazen hırpalansam da, sağım solum çürüse de hep bana çok iyi baktıklarını, iyi davrandıklarını söyledim. Yanımda sıkılıp ayrılmak istediklerini hissettiğimde, uyurmuş gibi yaptım rahatça gidebilsinler diye. Fazla sıkılmasınlar ki tekrar gelsinler diye düşündüm... Hep bir gün çıkmak eve gitmek umudum vardı ama bunu hiç söylemedim; ta ki kendimi iyi hissettiğim bir gün küçük oğlum geldiğinde yalvardım beni eve götürsün diye ama götürmedi veya götüremedi. Keşke götürseydi, götürebilseydi hiç olmazsa bir günlüğüne... O zaman artık iyice anladım ki buradan çıkış yok benim için. Kaderimi kabullendim ve ruhumun sigortalarını kapatmaya başladım birer birer, vücudum dirense de. Son sigortayı kapatmadan denizci olan oğlumun seferden gelmesini bekledim; belki yanımda olmasını istediğimden, belki de o da paylaşsın bu yükün ağırlığını diğerleriyle diye...

Sonra? Sonrası karanlık, huzur benim için. Kalanları bilemem...

Üç önerim var - ilişkiler-

Mutluluğun sırrını kimsenin tam olarak çözebildiğini sanmıyorum. Benim bu konuda üç önerim var;

1. Hayır demeyi öğrenin.

Karşınızdakini kırmamak adına söylediğiniz her evet size mutsuzluk olarak geri döner. Yapmak istemediğiniz, doğru olduğuna inanmadığınız bir şey için kendinizi gereksiz yük altına sokmayın.

2. Sevdiğiniz işi yapın.

Başarının bu altın anahtarı, aynı zamanda mutluluğun da olmazsa olmazı. Hele ki hobinizi meslek olarak yapıyorsanız, sırrın büyükçe bir parçası cebinizde demektir...

3. Çevrenizdeki insanları mutlu edin.

Küçük bir hediye, bir demet çiçek, güzel bir söz; hatta bir gülümseme, sevecen bir bakış bile işinizi görebilir. Unutmayın ki mutluluk bulaşıcıdır...

Bunlar benim önerilerim. Katılmayanlar, eksik bulanlar veya başka önerileri olanlar muhakkak vardır...

Buyrun siz de yazın, belki iyi bir formül oluşturabiliriz mutlu olmak için...

6 Ekim 2008 Pazartesi

denizci terminolojisi 2

Volta Atmak

Volta Etmek, halatın babaya sıkıca sarılması anlamında kullanılır. Volta Atmak ise kısıtlı alanlarda hızlı hızlı yürüyerek gidip gelmek olup, vardiyada Köprüüstün'de, güvertelerde, kamarada atılabilir.

İyi havalarda ana güvertede, araları iyi ise Baş Mühendis (Çarkçı Başı) ile beraber; eğer değilse Kaptan sancak, Çarkçı Başı ise iskele tarafta, genellikle akşam yemeklerinden sonra volta atılır.

Birlikte atılıyorsa: Vatan kurtarılır, futbol hakkında ahkam kesilir, ekonomi düzlüğe çıkarılır, çocukların sorunları konuşulur, şirket hakkında dedikodu yapılır; tek başına ise yaşa göre hülyalar kurulur, eşler, sevgililer, çocuklar düşünülür. Nişanlanılır, evlenilir, boşanılır, mutlu olunur, üzülünür, deniz bırakılır, karada iş kurulur..

Öyle bir an olur ki; adımlarınızın, hatta geminin hızı bile yetişemez düşüncelerinizin hızına, ve bedeniniz güvertede voltaya devam ederken; eve, sevdiklerinizin yanına kadar gidip gelirsiniz kimse farketmeden...

4 Ekim 2008 Cumartesi

datça yazıları 3

Datça Açıklarında

Doğru meslek seçmek, çoğu zaman elimizde olmasa da, ileriki yıllarda hayatımızı olumlu ya da olumsuz etkileyen en önemli unsurlardan.. Hatta başarının ve mutluluğun olmazsa olmazı. İş seçimimiz kişilik yapımıza uygun olmalı.

Uzun seneler açık denizlerde Gemi Kaptanlığı bir diğer deyişle "Süvari Bey"lik yaptıktan sonra Kılavuz kaptanlığa ilk başladığım yıllarda, ilk görüşte insanları analiz ederek onlara uygun lakap takmakta çok mahir, meslekte emekliliği yakın bir abimiz -denizcilik okulunda bizden sınıf olarak büyüklere "abi" diye hitap edilirdi- ilk karşılaşmamızda beni şöyle bir 10 dakika kadar izledikten sonra denizci olmak için fazla efendi olduğumu, banka müdürlüğüne daha çok yakıştığımı -üstelik nedense birde devlet bankası- söyleyerek lakabımı oracıkta taktı; "müdür bey".
Artık ne kadar ciddi ve sıkıcı göründüysem...Tabii ki banka müdürleri sıkıcı demek istemiyorum, sadece yaptıkları işin çevreye yansıması bu şekilde algılanıyor olabilir. Denizcilerin dışa dönük, eğlenceli, sosyal hatta hovarda olduklarının düşünüldüğü gibi...

Bizim ailemizde de evin "asi çocuğu"ağabeyim eczacı, "uslu çocuğu" bendeniz kaptan olduk eğitim sistemimizin çarpıklığı nedeniyle. Sonuçta şimdi abim kısıtlı bir mekan olan Eczane'sinde kızgın boğalar gibi burnundan soluyarak hasta vatandaşlara tıbbi hizmet vermeye çalışırken, nasıl olacaksa, ben de gemileri yanaştırıp kaldırıyorum limanlara, bir bankacı ciddiyeti ve titizliğiyle...O bulduğu her fırsatta kendini sahibi olduğu 9 metrelik yelkenli teknesine atıp rahatlamaya çalışsa da, benim boş zamanlarımda gidip Eczacılık veya Banka Müdürlüğü yapma gibi bir seçeneğim yok doğal olarak.

Keşke hepimiz kişilik yapılarımıza uygun, kendi özgür irademizle seçtiğimiz meslekleri yapıyor olsaydık...

Önceki Datça yazılarımı okumuş olanlar, artık bu kez konuyu Datça'ya bağlayamayacak işte diye düşünmeye başlamışlardır herhalde...O zaman şöyle diyeyim, malum bayram nedeni ile "küçük kardeş" olarak birinci günün sabahı abimi aradım kutlamak için. İstanbul'da olmadığını biliyordum ama nerede olduğu konusunda bir fikrim yoktu açıkçası. Uzun uzun çaldıktan sonra telefon açıldı. Uzaktan, birazda yorgun ve endişeli bir sesle acele acele, tekne ile tek başına Göcek'ten Ayvalık'a gitmeye çalışırken, o anda bulunduğu Datça açıklarında kötü bir fırtınaya yakalandığını ve bir saate kadar limanlık korunaklı bir koya demirlemeyi umduğunu söyleyerek telefonu kapattı.

Sonra mı? Bilmem, tekrar aramadı, ama eminim çoktan Datça açıklarından geçip Ayvalık'a ulaşmıştır emniyetle, ya da başka bir limana...

en acaip 2

Çok şükür memlekette başlığa uygun konu bulmak pek de zor değil. Ama bence geçtiğimiz günlerin en acaibi; bayramın tatil olup- olmadığı ve adının da Şeker mi, yoksa Ramazan Bayramı mı olduğu idi.

Yaratılan bu suni ve gereksiz tartışmanın ardından, gazetelerde bayram dolayısıyla şirketlerin verdiği şu tür reklam amaçlı ilanları gördük: "Şeker bayramınızı kutlar, hayırlara vesile olmasını dileriz." İmza: Nabza Göre Şerbet A.Ş.

Ne şiş yansın ne kebap durumları anlayacağınız...

nafile diyaloglar 2

- Kızım yemek hazır
- Tamaam

- Kızım yemeğin soğuyor
- Tamaaam

Sürer gider.....

28 Eylül 2008 Pazar

datça yazıları 2

Datça ve Kayahan

Konu ile ilgili ilk yazımı okuyanlar Datça'da yaşadığım izlenimini edinmiş olabilirler, bu nedenle 2.yazımı bu konuya ayırmak istedim.

Datça ile ilgim sevdiğim bir arkadaşımın mesleği bırakıp, civarın en otantik kuyumcusunu açarak oraya yerleşmesi ile başladı. O zamanlar denizde çalışıyordum. Tatilimin yaza geldiği bir sene, arkadaşımdan telefonda dinlediklerimin de etkisi ile ailemle birlikte Datça'ya gitmeye karar verdik. Arabamıza atladığımız gibi sabah erkenden yollara düştük. Yolculuk uzun olduğundan o akşam Muğla Yatağan'da bir arkadaşımızda konaklayıp -o da ayrı bir yazı konusu olabilir- ertesi sabah Datça'ya hareket ettik.

Marmaris-Datça arası yolun durumu hakkında daha önceden uyarılmamıza rağmen o 2 saatlik yolculuk hiç bitmeyecekmiş gibi gelmişti. Şimdi aynı yol neredeyse 30 dakikada gidilebiliyor.
Hele bir bölüm vardı ki, bazı virajlarda büyük otobüslerin sağ arka tekerleklerinin uçurum tarafında boşta kalacak şekilde dönebildiği söylenirdi... Kızım arka koltukta boylu boyunca yatmış uyuyor - o zaman 9, 10 yaşlarında- eşim kendini manzaraya kaptırmış, bir sağ tarafımızda uçurumun ardından görülen Ege'ye, bir diğer tarafta karşımıza çıkan Akdeniz'e bakarak, bense direksiyona iki elimle sıkı sıkıya yapışmış her virajda daha gerilerek ve direksiyonu daha sıkı tutarak -yükseklik korkum da var- ve bir an önce virajların bitmesini umarak önce yukarı yükselmiş sonra da aşağıya doğru inişe geçmiştik. Arkadaşlarımın Datça'da bulacaksın dedikleri huzuru, o uçurumlarda kısa yoldan bulacağımı düşünmüştüm... Biz böyle döne döne aşağı doğru inerken, sağı solu seyretmekte olan eşim sonunda fenalaşıp o bir arabanın zor geçtiği uçurumda arabayı hemen durdurmamı, inmek istediğini söylemişti. Arada bir çok söylendiğinde acaba o gün orada durup indirse miydim diye düşünürüm.. Şaka tabi ki, sonra birden bir düzlük ve yeşillikler içinde uygun bir yer görüp durmuştuk neyse ki.

İşte Datça'ya ilk gidişimden yol kısmıyla ilgili aklımda kalanlar böyle. Yazının sonuna geldik, peki ama Kayahan'la bunların ne ilgisi var diyeceksiniz.. Eminim bazıları Gömeç ve Kayahan diyecekti karıştırdı, daha entelleri de sanırım Datça ve Can Yücel demek istemişti diye düşünmüşlerdir. İşin doğrusu şu, o senelerde Kayahan'ın, o içinde Canımın Yaprakları şarkısının da olduğu müthiş kasedi çıkmıştı ve biz yolculuğumuz boyunca tekrar tekrar dinlemiştik.

Ne zaman keskin bir viraja girsem aklıma hala Datça ve Kayahan gelir...

27 Eylül 2008 Cumartesi

gitmediklerim görmediklerim

Bugün sizlere gitmediklerim görmediklerim köşesinde yurdumuzun cennet köşelerinden, gitmediğim-görmediğim bir yeri anlatmak niyetindeydim ama farkettim ki gitmediğim-görmediğim bir yeri doğal olarak anlatamıyorum da..

Yani, gitmediğim-görmediğim ve dolayısıyla anlatamadığım yeri anlatsam bile, oraya gitmediğim ve görmediğim için anlattıklarımın doğru olduğundan bir türlü emin olamayacaktım.
Saçma yani...

Bir sonraki gitmediklerim-görmediklerim köşesinde bu kez dünyanın cennet köşelerinden gitmediğim-görmediğim birini anlatamayacağım yazıda buluşmak üzere hoşçakalın.

Deli mi ne?

nafile diyaloglar

-seni seviyorum
-ben de

bıktım 2

Trafik normal akışında ilerlerken diğer şeritlerde bulduğu her boşluğa girmeye çalışanlardan...

İlerisi tıkalı kendi yolunda gitsene kardeşim..

yalancı yalancı 2

Hakkımdaki iddialarla ilgili bir belge ortaya çıksın istifa etmeyen namerttir.
Anonim

ne olacak bu fenerin hali 2

Öncelikle geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz Gazeteci Kazım Kanat'a Allah'tan rahmet dileyerek başlamak istiyorum. Geride kalanlara sabır, sevenlerine baş sağlığı dilerim. O sadece Beşiktaş'lıların değil tüm spor camiasının ve sporseverlerin sevdiği, takdir ettiği bir isimdi.

Son haftalarda alınan neticelerle haftasonları spor programı seyretmek ve gazetelerin spor sayfalarını okumak biz Fenerbahçe'lilere zehir oldu.

Aslında herşey Zico'nun gönderilmesi ile başladı ve ardından yapılan yanlış transferlerle devam etti. Tabi ki hep böyle devam etmeyecek ama takım düzelip iyi oynamaya başladığında korkarım artık bazı şeyler için geç olacak.

Takımına sürekli destek vermeyi savunan bir sporsever olarak şu aşamada daha fazla konuşmak istemiyorum, malum önümüzde çok önemli bir Dinamo Kiev maçı var.

Ne yazık ki olan olmuş. Artık geriye dönüp o öyle olsaydı, yok böyle olsaydı diye hayıflanıp dövünmenin bir faydası yok. Sabrederek bu kötü günlerin biran önce atlatılması için desteğimizi sürdüreceğiz.

Dereyi geçerken at değiştirirseniz olacağı budur..

Sabır sabır ya sabır....

24 Eylül 2008 Çarşamba

denizci terminolojisi

Alabanda basmak veya alabanda atmak: Üstlerin astlara fırça atması anlamındadır. Özellikle Kaptanlar tarafından sıklıkla başvurulan bir nasihat yöntemidir.

Örnek bir diyalog;

Kaptan: Evladım o gemi ne yapıyor?
Zabit: Geliyor galiba süvari bey.
Kaptan (alabanda atar): Emin değilsin galiba ha? GELİYOR MU GİDİYOR MU EVLADIM?
Zabit: Ehem yani ...

datça yazıları

Datça'da Zaman..

İlk gençlik yıllarımdan itibaren epey bir kitap okumuşluğum var. Aslında bu alışkanlık daha erken yıllarda alfabenin sökülmesiyle birlikte Tommiks, Teksas, Red Kit vb. okuyarak başladı. Son yıllarda ne yazık ki eskisi kadar okuyamıyorum, başladığım bir kitaba devam ederken önceki bölümleri tam anlamıyla hatırlayamadığımı biraz da dehşetle farkediyorum. Bu nedenle sıklığını biraz azaltmakla birlikte bana hala birşeyler kattığına inanarak okumaya devam ediyorum. O an anımsayamasamda, beynimin kıvrımları arasında zorda kaldığımda ortaya çıkmak üzere bana faydalı olabilecek bir şeylerin kalacağını biliyorum.

Gemide çalıştığım yıllarda, okumayı seven biri olarak elime ne geçerse okudum. Gidilen uzak seferlerde ve uzun seyirlerde, hele ki Kaptan yani Süvari Bey olduktan sonra okumaya çok vaktim oldu. Denizde zaman o kadar yavaş ilerliyordu ki bulabildiğiniz gazetenin ne kadar eski olduğunun bile pek bir önemi yoktu. Yani internetin, cep telefonunun hiç olmadığı günlerden bahsediyorum. Okuduğum gazetelerin tarihi gibi kitapların da türünün veya konusunun pek fazla önemi yoktu.

Gemide 2. Kaptan olarak çalıştığım yıllarda sürekli okuyan bir kaptanımız vardı. Her yemek saatinde bir yandan yemek yerken, bir yandan da masada bulunanlara okudukları ile ilgili şeyler anlatırdı. Bizler de bazen sıkılarak bazen ilgiyle, konusuna göre, onu dinler bu kadar çok şeyi nasıl bilebildiğini düşünürdük. Yıllar sonra bunun formülünün okuduklarını hemen başkalarına aktarmak olduğunu anlamiştim.

Bu uzun girişin amacı size son zamanlarda okuduğum bir kitaptan bahsetmek; Adı Oblomov, yazarı Gonçarov.. Şimdi burada uzun uzun kitabı anlatacak değilim ama okumanızı öneririm. Belki sadece iki cümle alıntı; "Onun için hayat ikiye ayrılmıştı. Birisi işi ve sıkıntıyı -ki bu iki kelime onun için aynı anlamdaydı- öteki de dinlenmeyi ve sakinliği içeriyordu".

Herhalde konuyu Datça'ya nasıl bağlıyacağımı merak ediyorsunuzdur; ama eminim ki Datça'yı bilenler, zaman orada yavaşça akıp giderken geçirdikleri sakin ve huzurlu günleri özlemle anımsıyorlardır.

Ya bilmeyenler? Onlar da kitabı alıp Datça'ya gidebilirler, bu mevsimde Datça hala çok güzel...

22 Eylül 2008 Pazartesi

ne olacak bu fenerin hali

Nedense bazı futbolcuların Fenerbahçe seyircisi ile yıldızları bir türlü barışmıyor. Benim geçmişte hemen aklıma gelen isimler Kemalettin ve İlker.

Ne yapsalar bir türlü seyirciye yaranamazlardı. Hatırlıyorum, arkadaşlarla gittiğimiz bir maçta iyi de oynamasına rağmen İlker aleyhine tezahurata başlamış ve bir müddet sonra bütün stadın kontrolumuz dışında bu tezahurata katıldığını şaşırarak görmüştük. Kimse de, ya kardeşim ne bağırıp duruyorsunuz adam ne güzel oynuyor dememişti. Gençlik işte..

Günümüzün günah keçisi sanıyorum Uğur Boral. İzlediğim kadarı ile bu sezon oynanan bütün resmi maçlardaki gollerde onun bir şekilde katkısı var. Ama seyirci tarafından ilk ıslıklanan da, teknik direktör tarafından ilk oyundan alınan da o..

Son maçta sanıyorum seyirci biraz destekler gibi oldu.

Beyler ve hanımlar lütfen hep destek tam destek...

bıktım

Işık sarıya döner dönmez arkamda korna çalanlardan...

Çalmayın kardeşim önümdeki yürüyünce ben de gidecem işte, uçamam ya.

yalancı yalancı

Türkiye Cumhuriyeti ekonomik olarak tarihinin en iyi durumundadır...

en acaip

Bu günlerde bana en acaip gelen olay Nurseli İdiz ve Seyhan Soylu'nun Ergenekon davası kapsamında göz altına alınarak sorgulanmaları oldu.

Ben çok düşündüm, bu iki ismi örgüt şemasında bir yere oturtamadım. Nurseli İdiz, halkı tiyatro vasıtası ile isyana teşvik ve ihtilale zemin hazırlamaktan suçlanmış olabilir; Seyhan Soylu'nun ise halkımızı neye teşvikle suçlandığını düşünmek bile istemiyorum.

Gerçekten acaip...