Başlarken...

Blogdaki tüm yazılar ve fikirler bana aittir. Yazılanların bir kısmı gerçek, bir kısmı da gerçek olmasını istediğim şeyler olabilir ancak tümü orijinaldir ve daha önce başka yerde yayımlanmamıştır.

Neden İskele-Sancak derseniz, malum o da denizcinin solu-sağı.

30 Ekim 2008 Perşembe

Dolar kaç lira olur?

Son günlerde bu konu o kadar gündemde ki derin bir analiz yapmasam da en azından konuya teğet geçmemek olmaz diye düşündüm. Malum, ben de her Türk erkek evladı gibi futbol ve ekonomi konularında uzman sayılırım.

Televizyonda ekonomistlerin katıldığı küresel krizi konu eden programların bir aşamasında, konu muhakkak dönüp dolaşıp "dolar kaç lira olur?" sorusuna geliyor. Bu soruyu takip eden soru ise genellikle "peki sokaktaki sade vatandaşa ne tavsiye edersiniz" veya "Ayşe teyze bu durumda ne yapsın" şeklinde oluyor. Sade vatandaşta veya Ayşe teyzede Dolar, Euro ne gezer; program sunucusu soruyu, "benim biraz döviz birikimim var krizde daha da arttırmak için ne yapmam gerekir" diye soramadığından bu şekilde yöneltiyor.

Yanıt olarak şimdiye kadar kur konusunda doğrudan rakam vererek bir tahminde bulunanı duymadım, genellikle efendim eğer şöyle olursa böyle olur gibi çeşitli olasılıklardan bahsediliyor ki belki doğrusu da budur. Diğer sorunun cevabını zaten artık ezberledik: Sepet oluşturun, riskleri dağıtın...

Ben reel ekonomiye inanan biri olarak, döviz kurunun veya borsa endeksinin ne kadar olduğunun çok da önemli olmadığını düşünüyorum. Üretiyorsanız, tükettiğinizden fazla üretiyorsanız sorun yok demektir. Eğer ürettiğinizden fazla tüketiyorsanız; 1 dolar=1 ytl' de olsa, borsa endeksi 50.000 üzeri de olsa sonuçta kriz kaçınılmaz.

Şimdi diyeceksiniz ki, e sen de hala bir rakam vermedin dolar kaç lira olur diye?.. Bu konuda bir tahminde bulunmak yerine eski denizcilerin çok iyi bildiği bildiği bir anekdot anlatmak istiyorum.
Meteorolojik tahmin yöntemlerinin bu kadar gelişmediği yıllarda, Bandırma Radyo denizciler için hiç bir zaman yanılma ihtimali olmayan şu tür hava tahmin raporları yayımlardı; Rüzgarlar gündoğusundan, daha sonra lodos ve keşişlemeden, zaman zaman yıldız ve poyrazdan 2 ile 4 yer yer 5 ile 7, zamanla fırtına şiddetinde esecek; deniz sakin, yer yer mutedil, zamanla kaba dalgalı, açıklarda çok kaba dalgalı; görüş açık, yer yer orta, yağış anında zayıf olacaktır.

Bir denizcinin dolar tahmini de bu kadar olur yani nereden aklıma geldiyse...

29 Ekim 2008 Çarşamba

Yasaklar

Geçenlerde bloğuma girmeye çalıştığımda mahkeme kararı ile girişin yasaklandığını gösterir bir yazı ile karşılaştım. İlk düşüncem yazdığım bir konu nedeni ile birisinin şikayette bulunduğu, dava açtığı ve mahkemenin de şikayeti haklı bularak kapatma kararı verdiğini zannetmek oldu.

Doğrusu bu ya kendimi karmaşık düşünceler içinde buldum; bir yandan "vay be ben artık izlenen biriyim ve yazılarım yasaklanıyor" tarzı üstü örtülü bir gurur, diğer taraftan "şimdi ne olacak ya başıma kötü bir şey gelirse" endişesi...

Yazdıklarımı şöyle bir geçirdim aklımdan, acaba kim veya hangi konu neden olmuştu bu karara? Aslında genelde fazla suya sabuna dokunmayan şeyler yazmıştım. En son anketimde Aragones gitsin mi diye sormuştum. Acaba Aragones mi avukatı aracılığıyla yasaklatmıştı blogumu? Yok canım o kadar da değil, zaten hepsi hepsi 2 kişi oy vermişti o anketime, o da iki farklı bilgisayardan kendim. Hayır, başka biri olmalıydı... Datça yazılarımın birinde eşimi uçurumun kenarında bırakmaktan bahsetmiştim. O olabilir miydi acaba? Veya nafile diyaloglar köşesinde kendisiyle ilgili küçük bilgiler verdiğim kızım mıydı şikayetçi olan? Yok canım evde böyle bir hava olsa sezerdim herhalde.

Biraz daha detaylı düşünmeye çalıştım önceki yazdıklarımı. Datça'daki kuyumcu arkadaşım olabilirdi, geçenlerde bir telefon konuşmamızda yazılarımda "Datça'nın en otantik kuyumcusu" dememe takılmış, bununla ne demek istediğimi sorguluyordu. Yoksa Yatağan'dan geçerken evinde kaldığımızı yazdığım arkadaşım mı? Olabilir, o da kendisini "geçiştirdiğim" şeklinde bir serzenişte bulunmuştu. Bir de son Denizci Terminolojisi köşesinde bahsettiğim arkadaşım vardı. Hani Kaptan'a koltuk götürmeye çalışırken durdurduğumuz... Kendisi şimdi etkili sayılabilecek mevkide, ancak o yapabilirdi bu dava falan işlerini.

Yok canım artık benimki de iyice paranoyaklık, o kadar da değil dedim kendi kendime. Acaba başbakanımız ekonomi konulu yaptığım bir anketteki "hamdolsun etkilemez" yanıtına mı bozulmuştu, ya da yalancı yalancı köşesinde ona bazı göndermeler yaptığımı mı düşünmüştü?

Daha fazla düşünsem neredeyse yazdıklarımı Ergenekon'la falan ilişkilendirecektim. Sonunda bunun yazdıklarımdan olmadığını, çünkü buna neden olabilecek bir şey yazmamıştım, ancak yazmadığım düşüncelerimden olabileceği sonucuna vardım. Her nasılsa bir şekilde yazmadığım veya yazıp da sildiğim düşüncelerimi okuyorlardı birileri... Evet sonunda bulmuştum nedenini, belki de artık düşünmeden yazmayı denemeliydim hatta belki de hiç düşünmemeyi...

Neyse ki sonunda kapatma kararının benim yazılarımla ilgili olmadığını, bütün blogların kapatılmış olduğunu öğrendim de rahatladım. Meğerse olay klasik bir Türk davranışıymış, kapatırsın bütün blogları sorun çözülür.

Ben de bir şey sanmıştım....

20 Ekim 2008 Pazartesi

denizci terminolojisi 3

Koltuk halatı

Gemiyi rıhtıma bağlamada kullanılan halatlara çeşitli isimler verilir. Baş halatı, kıç halatı, açmaz halatı gibi. Koltuk halatı; baş omuzluktan geriye, kıç omuzluktan ileriye doğru verilir ve nereden verildiğine bağlı olarak baş veya kıç koltuk halatı diye adlandırılır. Asli görevi geminin rıhtımda ileri geri gitmesini engelleyip sabit kalmasını sağlamaktır.

Öğrencilik yıllarında topluca staj yaptığımız Hamit Naci okul ve eğitim gemisi vardı. 1. sınıf stajları Türkiye sahillerinde çeşitli limanlara uğrayarak bu gemide yapılırdı. Tam olarak neresi olduğunu hatırlamıyorum, Bodrum veya Marmaris limanlarından birine yanaşma manevrası esnasında gemimizin süvarisi kıç tarafa koltuk halatını vermelerini kastederek; "koltuk verin, koltuk verin" diye bağırınca kıç güvertede manevrayı seyretmekte olan makineci işgüzar bir stajyer arkadaşımız orada bulunan bir koltuğu kaptığı gibi yukarı çıkarmaya çalışmıştı da kendisini zor engellemiştik.

Kimbilir belki şu anda rahat koltuğunda oturmuş, içkisini yudumluyordur geçmiş günleri düşünerek...

10 Ekim 2008 Cuma

bir ölünün hatıraları

Ölüm gerçek, hatta hayatımız boyunca bir gün muhakkak olacağını bildiğimiz tek gerçek. Kestiremediğimizse bunun nasıl olacağı... Ne yazık ki istediğiniz gibi bir seçim hakkınız yok, nasıl gelirse öyle kabullenmek durumunda kalıyorsunuz. Benim ölümüm de hiç tercih edebileceğim bir şekilde olmadı ama dedim ya o anda yapabileceğiniz bir şey olmuyor ölmekten başka...

82 yaşında öldüm, bir huzur evinde tek başıma. Daha doğrusu başımda birileri vardı da olmalarını arzu ettiğim kişiler değillerdi diyelim. Yaşlılık nedeni ile sağlığımın bozulduğu son bir kaç seneyi saymazsak oldukça sağlıklı bir hayatım oldu. En kötüsü de tabii ki huzur evine yatırıldığım - yatırıldığım diyorum takdir edersiniz ki benim tercihim değildi- ve zorunlu ikamete tabi olduğum son bir sene oldu. Bu bir seneye daha sonra tekrar geleceğiz, şimdi biraz başa gidelim.

Birden fazla evlilik yapmış bir babanın ve gene birden fazla evlilik yapmış bir annenin çocuklarından biri olarak doğdum. Çocukluğumdan aklımda kalan çok fazla anı yok, belki de çoğunu hafızamdan silmek istediğimdendir... Oldukça küçük sayılabilecek yaşta tek başına yaptığım bir tren yolculuğundan sonra yanına gittiğim yeni evli ablamın yanında büyüdüm genelde. Babamı çok fazla tanımadım, annemden sonra evlendiği bir kadınla birlikte Suriye'de yaşıyordu, yıllar sonra evlenip çoluk çoçuğa karıştığımda bir kaç kez gelip kalmıştı bizde. Annem de- burada anne diye yazıyorum ama yaşadığım sürece görüşmemize rağmen hiç anne diyemedim- başka biriyle evlenmişti.

Ziraat lisesinde 3.sınıfa kadar okudum, ne yazık ki bitiremedim. Yakışıklıydım, bıçkındım, hızlı bir delikanlılık hayatım oldu. İyi yüzer, iyi bilardo oynardım. Görür görmez aşık olduğum eşimle ailesinin karşı çıkmasına rağmen evlendik. Ölene kadar sevdim onu, onun da beni sevdiğini sanarak. Askerliğimi bahriyeli olarak yaptım, orada edindiğim telsizcilik mesleği benim hayatımı değiştirdi. Bu sayede iyi bir iş sahibi oldum, çoçuklarımı okutabildim. İki oğlum, bir kızım oldu yaşayan. Çok sıkıntılar çektik ama onları en iyi şekilde yetiştirebilmek için elimden geleni yaptım. Belki kendi anne-babamdan görmediğim, öğrenmediğim sevgiyi ben de gösteremedim ama hep çok sevdim , gurur duydum onlarla... Hiç el kaldırmadım, eşimin isteğiyle otoriteyi sağlamak için vurmak zorunda kaldığımda vurur gibi yaptım incitmemek için... Hepsi evlendiler, torunlarım oldu.

Sigarayla aram pek olmadı ama içkiyi sevdim. Hatta küfelik olduğum günler de olmuştur gençliğimde. Hovardalıklarım, kavgalarım da olmuştur ya dediğim gibi karımı hep sevdim onun da beni sevdiğini sanarak...

Anlayacağınız, mutlu sayılabilecek bir hayatımız vardı, ta ki hastalanıncaya kadar. Hastalığım ilk başladığında her şey olması gerektiği gibi idi, eğer biraz şanslı olup da son bir seneki huzur evi günlerini yaşamadan ölmüş olsaydım benimki de herkesinki gibi sıradan bir ölüm olacaktı. Yani ağlamalar, taziyeler, üzülmeler, ölüm yıldönümünde anmalar, mezarlık ziyaretleri falan... Ama ne yazık ki o günleri yaşadım ve o bir senede ömrüm boyunca öğrendiğim bir çok şeyin aslında öyle olmadığını farkettim.

Dediğim gibi, hastalığımın ilk zamanlarında her şey normal seyrinde devam etti; muayeneler hastahaneler ziyaretler... Ne zaman ki hastalığım ilerledi, bakıma muhtaç hale geldim evde birşeylerin değişmeye başladığını hissetmeye başladım. Karım ve çocuklarım toplanıp ne yapılması gerektiğini konuşuyorlardı aralarında... Huzur evi sözleri geliyordu kulaklarıma. Söylenenleri duysam da itiraz edecek, konuşacak gücüm yoktu. Olacakları bekliyordum sessizce. Bir gün gelen, üzerinde falanca huzur evi yazılı bir minübüsle hayatımın son dönemine girecektim. 2 kişilik bir odada benim için yeni bir yaşam başladı, bir anlamda sonun başlangıcı.


Eşim, çocuklarım, gelinlerim, torunlarım ziyaretime geliyorlardı arada. Çok sık gelmeseler de hiç şikayet etmedim onları üzmemek adına. Bazen hırpalansam da, sağım solum çürüse de hep bana çok iyi baktıklarını, iyi davrandıklarını söyledim. Yanımda sıkılıp ayrılmak istediklerini hissettiğimde, uyurmuş gibi yaptım rahatça gidebilsinler diye. Fazla sıkılmasınlar ki tekrar gelsinler diye düşündüm... Hep bir gün çıkmak eve gitmek umudum vardı ama bunu hiç söylemedim; ta ki kendimi iyi hissettiğim bir gün küçük oğlum geldiğinde yalvardım beni eve götürsün diye ama götürmedi veya götüremedi. Keşke götürseydi, götürebilseydi hiç olmazsa bir günlüğüne... O zaman artık iyice anladım ki buradan çıkış yok benim için. Kaderimi kabullendim ve ruhumun sigortalarını kapatmaya başladım birer birer, vücudum dirense de. Son sigortayı kapatmadan denizci olan oğlumun seferden gelmesini bekledim; belki yanımda olmasını istediğimden, belki de o da paylaşsın bu yükün ağırlığını diğerleriyle diye...

Sonra? Sonrası karanlık, huzur benim için. Kalanları bilemem...

Üç önerim var - ilişkiler-

Mutluluğun sırrını kimsenin tam olarak çözebildiğini sanmıyorum. Benim bu konuda üç önerim var;

1. Hayır demeyi öğrenin.

Karşınızdakini kırmamak adına söylediğiniz her evet size mutsuzluk olarak geri döner. Yapmak istemediğiniz, doğru olduğuna inanmadığınız bir şey için kendinizi gereksiz yük altına sokmayın.

2. Sevdiğiniz işi yapın.

Başarının bu altın anahtarı, aynı zamanda mutluluğun da olmazsa olmazı. Hele ki hobinizi meslek olarak yapıyorsanız, sırrın büyükçe bir parçası cebinizde demektir...

3. Çevrenizdeki insanları mutlu edin.

Küçük bir hediye, bir demet çiçek, güzel bir söz; hatta bir gülümseme, sevecen bir bakış bile işinizi görebilir. Unutmayın ki mutluluk bulaşıcıdır...

Bunlar benim önerilerim. Katılmayanlar, eksik bulanlar veya başka önerileri olanlar muhakkak vardır...

Buyrun siz de yazın, belki iyi bir formül oluşturabiliriz mutlu olmak için...

6 Ekim 2008 Pazartesi

denizci terminolojisi 2

Volta Atmak

Volta Etmek, halatın babaya sıkıca sarılması anlamında kullanılır. Volta Atmak ise kısıtlı alanlarda hızlı hızlı yürüyerek gidip gelmek olup, vardiyada Köprüüstün'de, güvertelerde, kamarada atılabilir.

İyi havalarda ana güvertede, araları iyi ise Baş Mühendis (Çarkçı Başı) ile beraber; eğer değilse Kaptan sancak, Çarkçı Başı ise iskele tarafta, genellikle akşam yemeklerinden sonra volta atılır.

Birlikte atılıyorsa: Vatan kurtarılır, futbol hakkında ahkam kesilir, ekonomi düzlüğe çıkarılır, çocukların sorunları konuşulur, şirket hakkında dedikodu yapılır; tek başına ise yaşa göre hülyalar kurulur, eşler, sevgililer, çocuklar düşünülür. Nişanlanılır, evlenilir, boşanılır, mutlu olunur, üzülünür, deniz bırakılır, karada iş kurulur..

Öyle bir an olur ki; adımlarınızın, hatta geminin hızı bile yetişemez düşüncelerinizin hızına, ve bedeniniz güvertede voltaya devam ederken; eve, sevdiklerinizin yanına kadar gidip gelirsiniz kimse farketmeden...

4 Ekim 2008 Cumartesi

datça yazıları 3

Datça Açıklarında

Doğru meslek seçmek, çoğu zaman elimizde olmasa da, ileriki yıllarda hayatımızı olumlu ya da olumsuz etkileyen en önemli unsurlardan.. Hatta başarının ve mutluluğun olmazsa olmazı. İş seçimimiz kişilik yapımıza uygun olmalı.

Uzun seneler açık denizlerde Gemi Kaptanlığı bir diğer deyişle "Süvari Bey"lik yaptıktan sonra Kılavuz kaptanlığa ilk başladığım yıllarda, ilk görüşte insanları analiz ederek onlara uygun lakap takmakta çok mahir, meslekte emekliliği yakın bir abimiz -denizcilik okulunda bizden sınıf olarak büyüklere "abi" diye hitap edilirdi- ilk karşılaşmamızda beni şöyle bir 10 dakika kadar izledikten sonra denizci olmak için fazla efendi olduğumu, banka müdürlüğüne daha çok yakıştığımı -üstelik nedense birde devlet bankası- söyleyerek lakabımı oracıkta taktı; "müdür bey".
Artık ne kadar ciddi ve sıkıcı göründüysem...Tabii ki banka müdürleri sıkıcı demek istemiyorum, sadece yaptıkları işin çevreye yansıması bu şekilde algılanıyor olabilir. Denizcilerin dışa dönük, eğlenceli, sosyal hatta hovarda olduklarının düşünüldüğü gibi...

Bizim ailemizde de evin "asi çocuğu"ağabeyim eczacı, "uslu çocuğu" bendeniz kaptan olduk eğitim sistemimizin çarpıklığı nedeniyle. Sonuçta şimdi abim kısıtlı bir mekan olan Eczane'sinde kızgın boğalar gibi burnundan soluyarak hasta vatandaşlara tıbbi hizmet vermeye çalışırken, nasıl olacaksa, ben de gemileri yanaştırıp kaldırıyorum limanlara, bir bankacı ciddiyeti ve titizliğiyle...O bulduğu her fırsatta kendini sahibi olduğu 9 metrelik yelkenli teknesine atıp rahatlamaya çalışsa da, benim boş zamanlarımda gidip Eczacılık veya Banka Müdürlüğü yapma gibi bir seçeneğim yok doğal olarak.

Keşke hepimiz kişilik yapılarımıza uygun, kendi özgür irademizle seçtiğimiz meslekleri yapıyor olsaydık...

Önceki Datça yazılarımı okumuş olanlar, artık bu kez konuyu Datça'ya bağlayamayacak işte diye düşünmeye başlamışlardır herhalde...O zaman şöyle diyeyim, malum bayram nedeni ile "küçük kardeş" olarak birinci günün sabahı abimi aradım kutlamak için. İstanbul'da olmadığını biliyordum ama nerede olduğu konusunda bir fikrim yoktu açıkçası. Uzun uzun çaldıktan sonra telefon açıldı. Uzaktan, birazda yorgun ve endişeli bir sesle acele acele, tekne ile tek başına Göcek'ten Ayvalık'a gitmeye çalışırken, o anda bulunduğu Datça açıklarında kötü bir fırtınaya yakalandığını ve bir saate kadar limanlık korunaklı bir koya demirlemeyi umduğunu söyleyerek telefonu kapattı.

Sonra mı? Bilmem, tekrar aramadı, ama eminim çoktan Datça açıklarından geçip Ayvalık'a ulaşmıştır emniyetle, ya da başka bir limana...

en acaip 2

Çok şükür memlekette başlığa uygun konu bulmak pek de zor değil. Ama bence geçtiğimiz günlerin en acaibi; bayramın tatil olup- olmadığı ve adının da Şeker mi, yoksa Ramazan Bayramı mı olduğu idi.

Yaratılan bu suni ve gereksiz tartışmanın ardından, gazetelerde bayram dolayısıyla şirketlerin verdiği şu tür reklam amaçlı ilanları gördük: "Şeker bayramınızı kutlar, hayırlara vesile olmasını dileriz." İmza: Nabza Göre Şerbet A.Ş.

Ne şiş yansın ne kebap durumları anlayacağınız...

nafile diyaloglar 2

- Kızım yemek hazır
- Tamaam

- Kızım yemeğin soğuyor
- Tamaaam

Sürer gider.....